14 Ocak 2010 Perşembe

10 Ocak 2010 Pazar


sus dedim susmadın, yağdın gürledin
bilmem ki ne ile yarışlardasın
gel dendikçe kaçtın, dosta gitmedin
hangi köşelere kaçışlardasın?

söz söyledin sonra kendin dinledin
beni de ardında mecnun eyledin
"Hakk" dedikçe uzak kalmak diledin
düz varken yokuşa çıkışlardasın

süsledin kendini yapma dedikçe
duymadın, dünyaya tapma dedikçe
yüzümden rahmani nur silindikçe
sevinçten kuş oldun, uçuşlardasın

parçalara böldün birlik var iken
"kalk" deyince dedin "dur, daha erken"
bir yandan haramı aşkla içmişken
bir yandan secdeye varışlardasın

methetti övdüler seviniverdin
içini görseler gülümser miydin?
meğerse kıymete binmekmiş derdin
parada, lirada kuruşlardasın

yok mu sanki seni köle edecek,
tacını tahtını hep devirecek
sanma bu saltanat hiç bitmeyecek
kendinden pek emin duruşlardasın

selim koymuşlarsa bile adını
bilmedin akl-ı selimin maksadını
koş Hakk'a ne olur, kır inadını
yol almakta hala karışlardasın...

s.d
19.11.2009

5 Ocak 2010 Salı

sorular ve cevaplar


soru işaretini boşuna kanca gibi yapmamışlar... insanı boynundan tutup çekip götürüyor alabildiğine... ben soru işaretlerimi basit sorular için harcamaya kıyamıyorum, zira soru işaretini koymaya fırsat vermeden cevabı damlayıveriyor... hani soru dediğin ensene yapıştımı bir pehlivan gibi, şöyle bir titiretmeli, ayakalrın olduğu yerde kalamamalı, aklının en ücra köşelerine doğru ellerin sırtında birleşmiş, ayak uçlarına bakarak gezintiere çıkmalısın...

hep merak ederim, hani çoğumuz arşılaştığımız mevzulara dair kendi içimizde kendi kendimizle konuşuruz...

"hımm, vay be, hiç aklıma gelmemişti doğrusu, eee tamam burasını anladım da peki şurası neden böyle?"

kendi dış dünyamızda kullandığımız lisanla kendimize sorular ve cevaplar sunarız içimizde. ama asla bilmediğimiz bir lisanı kullanmayız. yani türk asıllı olup kendine inglizce sorular soran var mıdır iç dünyasında? sanmıyorum...

peki ya bir lisan bilmeyenler kendilerine nasıl sorular sorup cevaplıyor, kendileriyle konuşuyorlar?

hep bebekler geliz gözümün önüne... ilk defa gördüğü teyzesine bakıp "bu kim acab?" gibi bir cümle kuramaz acaba, yada kurar mı? ama kurarsa nasıl izah eder bunu kendisne, hangi dille?

yaşama gözlerimi açtığımda eminim tek kelimeklik lisanımla seslendim acıkıp altımı ıslattığım, herkeste olduğu gibi, kendime söyleyecek bir çift lafım yoktu, sorularımı kedime soramadım, ama soru işaretleri hep boynumda takılı kaldı. ve anladımki o yaşlarda yaşamamın amacı soru sorabilmeyi öğrenmemmiş.

sorular sormaya başladım, cevaplar aldım, yeni terimler kelimeler, cümleler... bundan sonraki görevim hepsine kendi içimde birer yer bulmakmış, kelime çekmecelerimde, en çok kullandıkalrımı en üste koymuşum, arada bir kullanıkalrımı alalede bir yere koymuş olacağım ki dilimin ucunda gişelere takılmış bazen...

ömrümün bundan sonrası hep soru ve cevaplarla geçmiş. ve 2010 un ilk sorusundan yola çıkark anlıyorum ki, soru sorup, cevabını aramak için yaşıyorum. ama dedğim sorular beni alaıp götremiyorsa onlara srular diyememişim. sorulara bana beni buldurmalı. ben kendim olmak için yaşamaya çalışıyorum. Yaşatan'ın benim yaşamama ihtiyacı yok, benim de yaşamak için O'nun yaşattığını düşünmeme ihtiyacım yok... çünkü ben O'nu yok saysam da o beni yaşatmaya devam edecek, çünkü yaşamamın amacı, sorular sorup sorularde kendimi, kendimde O'nu bulabilmek... ve anlıyorum ki haya ve ölüm ve mahşer, hepsi sorularla örülmüş. ve soruların bittiği yerde, kendimi bulmuş olacağım. kendimi bulduktan sonraysa galiba soruları kendime değil, O'na sormaya başlayacağım.

bazen öyle sorular olur ki, nedenler, niçinler, soruları sorunlar haline getirirler, sorunlar beraberinde iç dünyamızda heyelanlara, depremlere yol açar, gün be gün adımladığımız yokuşlardan bir anda yuvarlanıveririz. yuvarlanırken, geçtğimiz yoldan, yol üzerinden kaldırıp atmadığımız taşlar, çalılara çarpar canımızı acıtırız. tutunacak yer aramaya başlarız, dünya bizim etrafımızda, aklımız sorunlar etrafında dönerken...

düşmemek ve tutunamamak... olması olamayacak kadar olumsuz bir olgu. zira, karşılaşacağınız her duruma hazırlıklı olabilecek kadar mükemmel olamazsınız. ancak sizi, olgun kılan şey tutunamayıp düştüğünüzde ne kadar çabuk tutunacak yeni bir nokta bulmanızla alakalıdır. çünkü düşmek kolaydır, tutunmak zor.

kendimden geçmiş, hayata küsmüş bir anımda bir dostum "mutsuzsan suçu kendinde aramalısın" demişti. birden kafamın üstünde bir ampül yanıverdi tabiri caizse. baktım, kendimi mutsuz hissettiren ne varsa, canımı yakan, hepsi yol üstünde bıraktığım çer çöpten ibaret... bu defa gülerim kendime, "esfeli safilene düşmüşün, tepeden ovaya düşmeye korkuyorsun." derim.

kendine hakaret etmeli insan, içinde bulunduğu durum onu mutsuz ediyorsa, bu durum halini kendine yakıştıramadığını gösterir ama aslında kendine yakışan yerdedir o. bu defa nefsine hataları için hakaretler yağdırmalı, ağza alınmyacak sözler söylemeli, aklının eline vermeli yaş kiraz dalını yani... tepeden aşağıya doğru ruhu sürükleyip acı çektiren nefis bu defa kendi derdine düşecek ve tutunacak yer aramaya kalkacaktır. ve nefis kendisini sağlama alıp sessiz kaldığında ruhun yuvarlanışı duracaktır. çünkü onu yuvarlayan da artık bir köşede kendini suçlu hissedip oturmaktadır.

"kendini aşağıların en aşağısı görmeyen Hak dostu olamaz, dünyada kendinden bir kişi bile kötüymüş gibi gören, kamil olamaz" diyor İmam Efendi'nin kitabı. kamil olansa dert etmez, "kahrın da hoş, lütfun da hoş" der geçer... kahırla lütuf arasında tevekküle erer... esas tevekkül budur, "bulmakla kaybetmek arasındaki ince çizgide sessiz ve sabırlı beklemektir"... "Sen tutup kaldıransın, muammalrı çözensin, bilinmeyeni bildrensin, hüküm Senin'dir.ben acizim, çıkamadım, çözemedim, bilemedim." der. o an tutunmaya başlamıştır, tutunulacak en hayırlı şeye.

yani tevekkül tevazuyu doğurduğunda tutunmak kolay olur... hani hep " hedefin yıldızlar olsun ki ulaşamasan bile yükselesin" derler. tutunmanın sırrıysa " kendini en küçük gör ki, tutunacak büyük şeyler aramayasın."

şimdi aklıma bir soru daha takıldı. daha doğrusu cevabını veremediğim soru, işaretini tekrar hissettirdi ensemde.

"bre kendini bilmez, söylemeye gelince dilin kar ayakkabısı kadar, ama bu dediklerini sen nede uygulamıyorsun?"

müsaade varsa ben ellerimi belimde birleştirip ayak uçlarıma bakarak biraz hava almaya çıkayım...

esselam....