23 Aralık 2009 Çarşamba

bir şarkının elenden tutmak

bazen küçük bir notanın kuyruğu takılıyor boynuma, gırtlağımı acıtarak, boğazımı yırtarcasına geçiverior nefesimden içime doğru, kendini bilmeyen bir hayalmişçesine. sonra peşinden yeni notalar geçiyor. ve kendimi boğazın kıyısında buluveriyorum.

yüksek bir tepede bir başıma olasım geliyorü hiç durmaksızın o esteyi dinleyiversem, hatta bazen daha kısa olsa da bu şarkı bi kaç kere daha fazladan dinleyebilsem diyorum. rüzgar yüzümü yalayıp geçiversin ama kulaklarıma dokunmasın istiorum. göz kapakalrıma ise olabildiğince kuvvetli çarpsın, açamayayım gözlerimi, boğazı yine o nağmelerin süslediğince hayal edeyim, boğaza karşı... sadece tek tük vapur düdükleirni duyasım geliyor. bazen de vapurda martıları izleyerek dinlemek istiyorum...

şarkı içimde kah bir hüznü doğuruyor, kah sevinci, bazen deli taylar gibi oluyorum, bazen suskun ve yorgun... hiç bilmediğim bir burukluğa gömüldüğüm de oluyor. merak ediyorum, şarkılar neden hep sevgiliye yazılıyor? acaba dünyada sevmekten başka değer verilen birşey yok mu? var aslında, ama kimse sevgilinin dışında birşey için yazılmış şarkıları doyasıya dinlemke istemiyor... çünkü insanlar en büyük yarayı sevdikleirnden alıyor galiba...öyle ya sevediğinin yaptığından ne yara alasın ki... ama kimisi sevdiği için aşk şarkıları dinliyor, kimisi de yandığı için aşk şarkıları yazıyor. ama kimse aşk nedir bilmiyor. çünkü herkes kendi içndekinin sözüm ona aşk olduğunu zannediyor. ve yaşadığı şeye aşk diyor kendi içinde. içindeki duygunun adını kulağına aşk şarkılarıyla okuyor.

bense şarkıya aşık oluyorum, nedendir bilmem, içimde büyüttüğüme şarkılar yazamaıyorum yada yazıp beğendiremiorum...iyisi mi diyorum ben şarkıları dinleyeyim, sense şarkılarda beni dinle...ben bir şarkının elinden tutup boğaza salıveriyorum kendimi, boğaz bir vapur olup bnden geçiyor, kendimi kendi karanlığımda beyhude oyalanlımş buluyorum... kendinde labirent olmuş bir duygu yığının içerisinde, sözlerimi muammalara satıyor, saçmalıyorum...

13 Aralık 2009 Pazar

sahipsiz kentler derneği


kapı zilinin yanında uzun bir liste uzanmıştır yer yer, her biri ayrı bir dünyaya açılacak kapının yolunu aralar... hangi dünya sizinle alakalıysa onun kapısını çalarsınız...yüksek ve soğuk apartman katlarında birbirinden ayrı dünyalar, aralarındaki 20 cmlik soğuk bir perdeyle ayrılır birbirinden... görünüşte hepsi aynıdır, ama bu benzerlik sadece görünüşte aynıdır...

duvardan gelen bağrışmalar sadece "aylin yine hikmet'in canını sıktı galiba" ya da "ya ne akıllanmaz çocuk kardeşim ben usandım dırdırından annesi babası duymuyo mu acaba" diye geçiştirilir. bu ayrı dünyaların birbiriyle tek iletişimleri arada sırada bir diğer dünyanın haberlerini fısıltı gazetesinden okumak isteyen iki dünyanın "akşam yemeğinden sonra nazmi beyle gelin de bir çay içelim" adı altında buluşmasıdır. kimse haberleri mevzu bahis olan dünyanın kendisinden almak istemez. çünkü her dünya kendi derdiyle meşguldür ve diğer dünyadan gelecek bir yardım çağrısının kendisine fazla geleceğini düşünmektedir. oysa bu dünyaların arası sadece 20 cm dir.

iki dünya birbirinden bir başka bir dünyanın haberlerini alırken, kendi içlerinde karanlık kentlerde kendi senaryolarını oynamaktadırlar, bu haberler üzerinden. kendi senaryolarına kapısındaki ziline bile basmaya tenezzül etmedikleri dünyaların sahipsiz kentlerine izinsiz misafir ederler. niyetlerinin ne olduğu bilinmez, sadece kendi fikir alemlerinde yaşattıkları o gizemli dünyaya fikir aleminde tecavüz ederler...

kapısında isim yazmayan, yada kapısındaki ismi görünce dudak bükülen ya da ordaki ismin ne olduğunun farkına bile varılmayan dünyaları kendi kafalarında canlandırıp kendilerinde yargı mahkemeleri kurar, kendilerince karar alır, kendilerince cevaplar, infazlar uygular ve kendi hareket yörüngeleri o yargıldıkları dünyayla tesadüfen kesiştiğinde, kendi kendilerine verdikleri karalara göre hareket ederler... bilmedikleri bir dünyayı, o dünyanın da bilmediği bir dünyada yargılar ve onun kararlarını uygularlar...

kendi dünylarında ise komşu kentlerle olan ilişkilerinde ise bu durumu aynı dünyadaki farklı kentler halinde canlandırırlar...kendi dünyalarında olan olayları kendi içlerinde, kapı ziline sadece kendilerinin basabileceği soğuk apartmanlarda yaşatırlar...kendi içinde kurduğu bir apartmanın soğuk dairelerden birine hayat arkadaşını, ailesini, kardeşlerini, çocuklarını yerleştirir. onlardan gelen patırtı kütürtüye karşılık yine yıkıp geçemediği soğuk duvarlardan bakar... kendi içinde kendi kendine yazdığı kendine okuduğu fısıltı gazeteleriyle can bulur yeni senaryolar...
bunlarla beraber kendi içerisinde kapısını bile aralamaya kokrtuğu, hatta kendinden saklamak istediği, küçücük camları balkonlar altında kalmış bodrum daireleri de oluştururlar, kendi içlerinin soğuk apartmanlarında...

kendince kurduğu bu senaryolarda yarattığı hakimler kendisidir, yargıladığıysa kendi hayalleri... hakim kendisi, sanık kendisi, tanık kednisidir... kapısını aralamaktan çekindiği bir dünyanın soğuk duvarlardan görmeye çalıştığı, göremese de gördüğü sandığı, yani kendi içinde olanları yerleştirdiği hikayesine kendi içinde yorumlar yazmaktadır... yazar kendisi, sayfa kendisi, okuyucu kendisidir.

bunca karmaşa içerisinde tek yapmayı unuttuğu şey, içindeki kentlerden birinin, küçük bir caddesine yakın nostalji kokan, çocukların kısa pantolonlarla top oynadığı, ali bakkalın " canın sağolsun be hasan, gelecek ay verirsin" dediği, pencerelerde şen şakrak kadın seslerinin duyulduğu, fısıltı gazetesinin okunmadığı bir sokağının bir köşesine kimsesiz kentler derneğini kurmaktır.

kapısının ziline parmak izini bırakmasa da, o kentin hangi mevsimi yaşadığını bilmese de haberlerini sahipsiz kentler derneğinden almalıdır. ve bu derneğin tek maddelik tüzüğünde ilk ve son maddesini Yunus yazmıştır.

"Yaratılanı sevmeli, Yaratan'dan ötürü..."

11 Aralık 2009 Cuma

başlarken...


her zaman yeni şeylere merhaba demez insan, çünkü hayat bazen "tekerrürden ibaret tarih"in birbirine benzeyen sayfalarında dejavular yaşamaktan ibarettir. bazen tekrarı hoş olan, bazense gelmesi hiç beklenmeyen şeylerle... ama her zaman farklı birşeyler vardır aslında, adımlar, yürünen yol, yerdeki su birkintileri, pantolonun paçasındaki çamur izleri, yolun iki yanında uzanan ağaçlar, hatta gökteki bulutlara kadar aynıdır belki hayat, ama değişen bir şeyler vardır illaki... hiç bişey değişmesede yüzünüzdeki çizgilere bir kaçtane daha eklenmiştir, siz isteseniz de istemeseniz de...vücudunuz daha da yaklaşmıştır toprağa, bilmem kaç milyar tane şehit vermiştir hücreleriniz, sizin bile farkında olmadan atlattığınız hastalıkalrınızla giriştikleri savaşlarda...ama hayat hep aynı gelmektedir. yerdeki su birikintisinde hep aynı yüzü görürsünüz, çünkü o yüzü hergün görmektesinizdir ve son görüşünüden sonra en fazla 24 saat geçmiştir ve 24 saat birşeylerin değişmesi için sizce küçük bir zaman dilimidir ve son hatırladığınız yüzünüzle bu günkü arasında bir fark görmediğiniz için hayat size aynı gelir. hergün aynı yolları elinizdeki aynı çanta, sırtınızdaki aynı siyah parka, belki dudağınızdaki aynı sigara ve dumanı yine aynı şarkıyla üfürerek geçtiğiniz yollardan her gün aynı şeyleri düşünerek geçer, hergünün birbirine benzemesinden yakınırsınız. ama dünkü siz bugün siz değildir...herşey aslında sıcak bir taze simit kadar taze ve yenidir ama siz herşeyi sizin kendiniz için istediğiniz "hep aynı kalma" penceresinden baktığınız için değişmemiş görürsünüz. dün istasyon caddesinde kırmızı ışıkta beklerken pervasızca yanınızdan geçerken sizi ıslatan o kırmızı spor arabadaki gençler ettiğiniz onca bedduanın ardında yaşamıyor olabilir mesela. ama siz farkında olmazsınız. çünkü değişimi siz istemezsiniz, çünkü insan için değişim ölüme biraz daha yaklaşmaktan başka birşey değildir.

oysa her sabah kendindeki değişime merhaba demeli insan, yaşayacağı günün kendisini en güzel görebileceği, ömrünün geri kalanın en genç yaşında olduğunu bilerek yürümeli, attığı adımların bir daha bu kadar genç adımlayamacağını bilerek adımlamalı dökülen yaprakların yüzüştüğü su birikintilerini...çünkü yollar yürümekle bitmez, ama yıllar yürümekle biter...