8 Kasım 2010 Pazartesi

oynamak istemiyorum


artık oynamak isremiyorum seninle...
bıktım hep bu yalansı gülüşlerinden
neden bi kere olsun benim gibi sen de ağlamıyorsun? ? ?
neden gülücükleri gözyaşlarından yağmurlar yağmıyor? ? ?
yoksa sen...seni sevdiğim kadar...sevmiyor musun beni? ? ?

artık oynamak istemiyorum seninle...
geri ver sana taktığım bütün isimleri
geri ver ellerinde unuttuğum tüm kırılmışlıkları
o yalancı saçlarında hissettim 'annem’siliği...
üşümeyesin diye ördüğüm hırkayı da ver geri...
titreyen duygularıma saracağım onu...

artık oynamak istemiyorum seninle...
bakma öyle donuk donuk gözlerimin en derin yerlerine
salıver bakışlarını gökyüzünün maviliğine
şimdi sen de dönüver sırtını bana
gösterme karşı koyamadığım o yapmacık güzelliğini...

artık oynamak istemiyorum seninle...
bitsin artık bu saklambaç
sobelesin artık beni içime hapsettiğim yalnızlıklarım
bağlasınlar gözlerimi körebeler misali
görmek istemiyorum artık
ne seni...ne de beni korkutan bu dünyayı
görmek istemiyorum artık savaşta kalmış çocukları...

artık oynamak istemiyorum seninle...
şimdi yalnız kalmak istiyorum
susmak istiyorum uzun ve göz bebeklerin kadar karanlık...
ben annemin kucağında uyumak istiyorum artık...hiç büyümemecesine...
gitmek istiyorum...yalancı sevgilerin olmadığı bir yere....

28 Eylül 2010 Salı

Gül bahçesinde gül olamasak da...


Sadi Gülistan’ında der ki: “Bir tümseğin üzerinde otla bağlanmış birkaç demet taze gül gördüm. ‘Bu değersiz ot ne oluyor ki gül ile birlikte bulunuyor?’ dedim.

Ot ağladı ve şöyle dedi: ‘Sus! Kerem sahipleri arkadaşlığı unutur mu! Her ne kadar güzelliğim, rengim, kokum yoksa da nihayet ben de bu güllerin bittiği bahçenin otu değil miyim?’

25 Eylül 2010 Cumartesi

oldur diyorum


açılsa tüm perdeler, görünse günün yüzü
gecenin kucağında sende bulsam gündüzü
sunduğum aşknağmenin boynu bükük önsözü:
bir kerecik dönüp de bana baksan diyorum
senden gayri herşeyi bende yaksan diyorum...

diz çöktüğüm her yerde ayağının izi var
secdegahım yüzündür, anlımda aşk tozu var
hani derler eskiler, bir kervan yıldızı var
kaybolduğum yollarda birden doğsan diyorum
kapasan yanlış yolu, taşalr yığsan diyorum...

elimde olsa bile gönlünün haritası
bitmek tükenmek bilmez bendenizin hatası
söyle nerde aşkının en kestirme rotası
beni sana götüren yolu buldur diyorum
yahut tuttuğum yolu sende oldur diyorum...

kah dikenler ekmişsin güllerinin dalına
kah kaçıp saklanmışsın kaf dağının ardına
neden hapsettin seni elemin sandığına?
lutfedip kilitleri bir bir kırsan diyorum
kanayan ellerime güller sarsan diyorum

ümidim tükenince düşünce kör kuyuya
çaresizlğim beni çekince bir kuytuya
ışık tutsa hayalin daldırmasa uykuya
gece senle başlayıp senle bitse diyorum
çekinmem sarılırım sinen odsa diyorum...

hep böyle kaçacaksan aşkımdan diyar diyar
geleceğim ardından gücüm yettiği kadar
ecele bırakmasan, ellerinle kurup dar
saçının tek teline beni assan diyorum
son anımda bu sessiz hale sussan diyorum...

s.doğan

22 Eylül 2010 Çarşamba


dargınım, küskünüm, ben gidiyorum
bu yalan dünyayı terkediyorum
içimde umudu tüketiyorum
hayallerim yanıyor, ben üşüyorum...

sahipsiz ses gibi yankılanırım
kangıren oluyor bak yaralarım
kor oldu zihnimde yaşadıklarım
anılar tutuşuyor, ben üşüyorum

kapılar kapalı ışıklar sönmüş
dünümü kaybettim bugünse dünmüş
gönlümde nevbahar kışa bürünmüş
gökte güneş gülüyor, ben üşüyorum

mirasım göz yaşı, kara sayfalar
yalancı bakışlar, dürüst aynalar
apansız tükendi son dakikalar
toprak kucak açıyor ben üşüyorum...

s.d.
2004

5 Mayıs 2010 Çarşamba

bağlantı hatası

bağlantı hatasına takılıyor,
düşlerimden
hayatıma çevirdiğim bütün numaralar...
uyarı sinyalleri kapı dışarı ediyor,
hayatıma girmek isteyen rüyalarımı...
kablolarını koparasım geliyor,
gelmişimi
geçmişime bağlayan
yalnızlık direklerinin...

bırak yağsın yağmurlar,
elektrikleri gitsin tüm şehrin
kapsama alanı dışındayım
bugün
tüm hayallerimin...

23onsıfır9

matematiksel insanlık

lisede bir kimya hocam vardı. kulakları çınlasın.

"kimya herşeydir." derdi. ben de kendimce hak verirdim. "madem herşey atomlardan oluşuyor, herşeyin kimyaca bir açıklamsı vardır." derdim. çok da haksız bir tez değildi. ancak bilmediğim bir şey vardı ki, aslında kimyayı kimya yapan matematikti, daha doğrusu aslında "matematik herşeydi."

en basitinden, matematik kavramı olmasa, kimya avagadro sayısı denen şeyi açıklayamayacaktı. 6,02*10^23 tane atomun varlığı bu kadar net ifade edilemeyecekti.

üniversite yıllarında, matematikle aram hiç iyi değildi. üstelik hocalarımız sürekli "bir makine mühendisinin en büyük kozudur matematik. matematik bilmeyen mühendis olamaz, her şeyin ama herşeyin matematiksel bir modeli, bir izahı vardır." derlerdi. sinir olurdum bu söze. yahu bardaktaki çayın, sobanın, otomobilin matematiksel modeli ne demek? otomobili sayılarla , denklemlerle nasıl ifade edeceksin kardeşim? matematikle gerçekten aram yoktu.

2. sınıfta aldığım matematik dersini, 5. senemde vermiştim. mecbur kalmıştım çalışmaya. çalışmıştım, ama artık kafamdaki şey matematiğin sahiden herşey olduğuydu. artık bir matematik kitabı yazmak istiyordum. diferansiyel denklemler beni çok etkilemişti.

hani herşeyin bir matematiksel modeli var demişlerdi ya, işte o modellemeyi yapmaya yarıyordu diferansiyel denklemler. diferansiyel kelime olarak değişim, dönüşüm demekti.

bir diferansiyel denklemde iki farklı parametre sınırı vardı: bağımlı ve bağımsız parametreler. bağımsız parametreler, herhangi bir değeri alabilecek parametrelerdi. bağımlı parametreler ise, bağımsız değişkenlere belirli bir kural eşliğinde bağlanmış, bağımsız parametrenin değerine göre değer kazanan parametrelerdi, yani sonuçtu.

yani diferansiyel denklem denilen şey bir makinaydı aslında. belirli işlemleri olan bir makina. sizin dışardan içine attığınız malzemeye göre bir şeyler veriyordu size.

daha açıklayıcı olması bakımından şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. bir futbol maçı düşünün. sahada iki takım karşılaşıyor. bizim bağımlı değişkenimiz maçın sonucu. peki maçın sonucu nelere bağlı? tabiki bağımsız parametrelere. peki bunlar nedir? sıralayalım:
1)takımların kondüsyonları ve oyuncu kalitesi
2)deplasman
3)hava şartları
4)saha durumu
5)taraftar
6)hakem
7)şike
8)şans
vs.

sıraladığımız parametreler tek başına bağımsız ve ya bir başkaparametreye bağımlı parametrelerdir. ancak hepsi birden asıl ulaşmaya çalıştığımız amaç olan maç sonucu içim bağımsız parametrelerdir. bu bağımsız parametrelerin durumuna göre maç sonucu farklı bir değere olaşacaktır.

otomobile inanmazken, matematiğin bir maçı bile modelleyebileceğii görmüştüm. bu defa yeni bir soru işareti doğuverdi zihnimde. peki ya insan? matematik insanı modellemeye yeter mi?

galiba yeterliydi.en karmaşık sistemlere gücü yeten matematik insanı da modelleyebilirdi.

insan, dünyaya geldiğinde boş bir sayfadır derler. tamamen yanlış bir ifadedir bence. insanı diferansiyel denklemiyle birlikte dünyaya göndermiştir Yaradan. denklem hazırdır ve insan nefes alamaya başladığı andan itibaren bağımsız değişkenler birbir yerine oturmaya başlar.

ebeveynleri insan sevgisini verebilmişlerse insan sevgisnin bağımsız değişkeni +1 değerini alır. insanları tabakalara ayıran, "öteki"lerin varlığına katlanamayan, kendi özgürlüğünü diğer insanalrın özgürlüğünden, kendi nefsini diğer insanların nefsinden üstün gören kişi içinse -1 değerni alacaktır.

Yaratıcı, insan için belki milyonlarca bağımsız değişken sıralamıştır. ancak bunlardan bazıları zamana bağlıdır, ve zamanın belli periyotlarında ihmal edilebilir. örneğin çocuk küçükken yediği yemeği sürekli üstüne dökmesi yada dökmemesi ile değerlendirilebilir.

"hasan hiç üstüne dökmeden yiyor maşallah." . bu cümle hasanın kabiliyetine +1 bir olarak değer kazandıracaktır. ancak yeişkin için yemeği dökmek bir parametre olamayacak kadar küçük bir değere sahip olduğundan, yetişkinler için bu değer ihmal edilebilecektir. ancak yaşlılıkta kendini tekrar ortaya çıkaracaktır.

her neyse, insanı kafamda modellerken belki yüzlerce parametre buldum. sinir parametresi +1, neşe parametresi -1 olan insanlar ailelelerine çok çektiriyorlardı mesela. ya da insan sevgisi +1, temiz kalplilik +1 olanlardı günümüzde en çok üzüntü yaşayanalr. çünkü dünya artık üç kağıtçılığı, menfaatçiliği, yalancılığ, riyakarlığıı +1 olanlarla doluydu.

sonra bu dğerleri toplayıp sonuç elde etmeye çalıştım. gördüm ki bağımsız parametresinin değeri en yüksek olanalr insan olabilmişler. hani evliyalar, efsiyalar, erenler, önderler, liderler, adı onurla oanılar hep bağımsız parametre hanesinde bolca +1 taşıyanlardı. sıradan bir insan için bu değerler git gide düşmekteydi. ancak toplamı 0den büyük olanalr için her zaman bir umut vardı yükselmek için. çünkü insandaki bağımsız parametlerin hemen hemen hepsi akıl denilen bir ana bağımsız değişkene bağlıydı ve akıl parametresinin değerini pozitif tutanlar diğer parametrelerde istediği değeri alabiliyordu. ve toplamı pozitif olan insan kendisi ve çevresi için kendi diferansiyel denkleminin değeri kadar değerli ve yararlı olabiliryordu. hayvanlarda akıl parametresi olmadığından isimleri hayvandı. onların denklemi bunun üzerine kuruluydu. yani sıfırdı genel toplamları.

esfiyalar pozitif bir toplama sahip oluyor demiştik. eşkıyalarsa negetif bir değerlere sahipti. dünyanın bile elinden "illallah" ettiği, yaka silktiği, lanetle andığı kişiler oldukça düşük değerlere sahipti. pozitif yanalrı olsa da bazı özellikleri bu yönlerini gölgede bırakcak kadar negatifti ve bu da genel toplamın sıfırın altında seyretmesi demekti. örneğin hitler'in milliyetçilik değeri pozitif olsada insanclılığı oldukça yüksek negatif bir değere sahip olduğundan, tabiri caizse "akı b..okunu ödemiyor"du.

peki ya bağımlı paametresi 0 olanlar? bunlar dünya için olmasa da asıl sorgulamakta olduğumuz insanlık için varlığı da yokluğu da bir olanlardı. ne bir iyi tarafı ne de kötü tarfaı olan, ot gibi gelip ot gibi giden denilen cinsten varlıkalrdı. hani " bana dokunmayan yılan bin yaşasın." diyenler bunlardı. matematikse sıfır, bir değer manasına gelmiyordu, ancak insanın matematik modelince bunun değeri b..ok makinası demekti. sadece önüne geleni yiyen ve ekosisteme dışkısını salmaktan başka hiç bir görevi üstüne almayanlardı bunlar.

gücümün yettiğince insanın matematik modelini çıkarmıştım. genel toplamı pozitif yüksek değerlere sahip olanalrdı ayette bahsedilen meleklerden üstün zümre. negatiflerse "esfe-li safilin"di. çünkü hayvanların hepsinde genel toplam sıfırdı ve iyi ya da kötü hiç bir şey yapmadan, "bi kötü amelim yok" diyerek cenneti umanlar, hayvan sınıfındandı, akıbetleri Yaratan'ın rahmetine bağlıydı.

elde ettiğim sonuç hoşuma gitmişti. ancak hoşuma gitmeyen bir şey vardı ki, oda bir başka soruydu: ben ne zaman sıfırın üstünü görebilecektim?

14 Ocak 2010 Perşembe

10 Ocak 2010 Pazar


sus dedim susmadın, yağdın gürledin
bilmem ki ne ile yarışlardasın
gel dendikçe kaçtın, dosta gitmedin
hangi köşelere kaçışlardasın?

söz söyledin sonra kendin dinledin
beni de ardında mecnun eyledin
"Hakk" dedikçe uzak kalmak diledin
düz varken yokuşa çıkışlardasın

süsledin kendini yapma dedikçe
duymadın, dünyaya tapma dedikçe
yüzümden rahmani nur silindikçe
sevinçten kuş oldun, uçuşlardasın

parçalara böldün birlik var iken
"kalk" deyince dedin "dur, daha erken"
bir yandan haramı aşkla içmişken
bir yandan secdeye varışlardasın

methetti övdüler seviniverdin
içini görseler gülümser miydin?
meğerse kıymete binmekmiş derdin
parada, lirada kuruşlardasın

yok mu sanki seni köle edecek,
tacını tahtını hep devirecek
sanma bu saltanat hiç bitmeyecek
kendinden pek emin duruşlardasın

selim koymuşlarsa bile adını
bilmedin akl-ı selimin maksadını
koş Hakk'a ne olur, kır inadını
yol almakta hala karışlardasın...

s.d
19.11.2009

5 Ocak 2010 Salı

sorular ve cevaplar


soru işaretini boşuna kanca gibi yapmamışlar... insanı boynundan tutup çekip götürüyor alabildiğine... ben soru işaretlerimi basit sorular için harcamaya kıyamıyorum, zira soru işaretini koymaya fırsat vermeden cevabı damlayıveriyor... hani soru dediğin ensene yapıştımı bir pehlivan gibi, şöyle bir titiretmeli, ayakalrın olduğu yerde kalamamalı, aklının en ücra köşelerine doğru ellerin sırtında birleşmiş, ayak uçlarına bakarak gezintiere çıkmalısın...

hep merak ederim, hani çoğumuz arşılaştığımız mevzulara dair kendi içimizde kendi kendimizle konuşuruz...

"hımm, vay be, hiç aklıma gelmemişti doğrusu, eee tamam burasını anladım da peki şurası neden böyle?"

kendi dış dünyamızda kullandığımız lisanla kendimize sorular ve cevaplar sunarız içimizde. ama asla bilmediğimiz bir lisanı kullanmayız. yani türk asıllı olup kendine inglizce sorular soran var mıdır iç dünyasında? sanmıyorum...

peki ya bir lisan bilmeyenler kendilerine nasıl sorular sorup cevaplıyor, kendileriyle konuşuyorlar?

hep bebekler geliz gözümün önüne... ilk defa gördüğü teyzesine bakıp "bu kim acab?" gibi bir cümle kuramaz acaba, yada kurar mı? ama kurarsa nasıl izah eder bunu kendisne, hangi dille?

yaşama gözlerimi açtığımda eminim tek kelimeklik lisanımla seslendim acıkıp altımı ıslattığım, herkeste olduğu gibi, kendime söyleyecek bir çift lafım yoktu, sorularımı kedime soramadım, ama soru işaretleri hep boynumda takılı kaldı. ve anladımki o yaşlarda yaşamamın amacı soru sorabilmeyi öğrenmemmiş.

sorular sormaya başladım, cevaplar aldım, yeni terimler kelimeler, cümleler... bundan sonraki görevim hepsine kendi içimde birer yer bulmakmış, kelime çekmecelerimde, en çok kullandıkalrımı en üste koymuşum, arada bir kullanıkalrımı alalede bir yere koymuş olacağım ki dilimin ucunda gişelere takılmış bazen...

ömrümün bundan sonrası hep soru ve cevaplarla geçmiş. ve 2010 un ilk sorusundan yola çıkark anlıyorum ki, soru sorup, cevabını aramak için yaşıyorum. ama dedğim sorular beni alaıp götremiyorsa onlara srular diyememişim. sorulara bana beni buldurmalı. ben kendim olmak için yaşamaya çalışıyorum. Yaşatan'ın benim yaşamama ihtiyacı yok, benim de yaşamak için O'nun yaşattığını düşünmeme ihtiyacım yok... çünkü ben O'nu yok saysam da o beni yaşatmaya devam edecek, çünkü yaşamamın amacı, sorular sorup sorularde kendimi, kendimde O'nu bulabilmek... ve anlıyorum ki haya ve ölüm ve mahşer, hepsi sorularla örülmüş. ve soruların bittiği yerde, kendimi bulmuş olacağım. kendimi bulduktan sonraysa galiba soruları kendime değil, O'na sormaya başlayacağım.

bazen öyle sorular olur ki, nedenler, niçinler, soruları sorunlar haline getirirler, sorunlar beraberinde iç dünyamızda heyelanlara, depremlere yol açar, gün be gün adımladığımız yokuşlardan bir anda yuvarlanıveririz. yuvarlanırken, geçtğimiz yoldan, yol üzerinden kaldırıp atmadığımız taşlar, çalılara çarpar canımızı acıtırız. tutunacak yer aramaya başlarız, dünya bizim etrafımızda, aklımız sorunlar etrafında dönerken...

düşmemek ve tutunamamak... olması olamayacak kadar olumsuz bir olgu. zira, karşılaşacağınız her duruma hazırlıklı olabilecek kadar mükemmel olamazsınız. ancak sizi, olgun kılan şey tutunamayıp düştüğünüzde ne kadar çabuk tutunacak yeni bir nokta bulmanızla alakalıdır. çünkü düşmek kolaydır, tutunmak zor.

kendimden geçmiş, hayata küsmüş bir anımda bir dostum "mutsuzsan suçu kendinde aramalısın" demişti. birden kafamın üstünde bir ampül yanıverdi tabiri caizse. baktım, kendimi mutsuz hissettiren ne varsa, canımı yakan, hepsi yol üstünde bıraktığım çer çöpten ibaret... bu defa gülerim kendime, "esfeli safilene düşmüşün, tepeden ovaya düşmeye korkuyorsun." derim.

kendine hakaret etmeli insan, içinde bulunduğu durum onu mutsuz ediyorsa, bu durum halini kendine yakıştıramadığını gösterir ama aslında kendine yakışan yerdedir o. bu defa nefsine hataları için hakaretler yağdırmalı, ağza alınmyacak sözler söylemeli, aklının eline vermeli yaş kiraz dalını yani... tepeden aşağıya doğru ruhu sürükleyip acı çektiren nefis bu defa kendi derdine düşecek ve tutunacak yer aramaya kalkacaktır. ve nefis kendisini sağlama alıp sessiz kaldığında ruhun yuvarlanışı duracaktır. çünkü onu yuvarlayan da artık bir köşede kendini suçlu hissedip oturmaktadır.

"kendini aşağıların en aşağısı görmeyen Hak dostu olamaz, dünyada kendinden bir kişi bile kötüymüş gibi gören, kamil olamaz" diyor İmam Efendi'nin kitabı. kamil olansa dert etmez, "kahrın da hoş, lütfun da hoş" der geçer... kahırla lütuf arasında tevekküle erer... esas tevekkül budur, "bulmakla kaybetmek arasındaki ince çizgide sessiz ve sabırlı beklemektir"... "Sen tutup kaldıransın, muammalrı çözensin, bilinmeyeni bildrensin, hüküm Senin'dir.ben acizim, çıkamadım, çözemedim, bilemedim." der. o an tutunmaya başlamıştır, tutunulacak en hayırlı şeye.

yani tevekkül tevazuyu doğurduğunda tutunmak kolay olur... hani hep " hedefin yıldızlar olsun ki ulaşamasan bile yükselesin" derler. tutunmanın sırrıysa " kendini en küçük gör ki, tutunacak büyük şeyler aramayasın."

şimdi aklıma bir soru daha takıldı. daha doğrusu cevabını veremediğim soru, işaretini tekrar hissettirdi ensemde.

"bre kendini bilmez, söylemeye gelince dilin kar ayakkabısı kadar, ama bu dediklerini sen nede uygulamıyorsun?"

müsaade varsa ben ellerimi belimde birleştirip ayak uçlarıma bakarak biraz hava almaya çıkayım...

esselam....